12 Eylül 2011 Pazartesi

Varolmak ve olamamak, bütün olay bu..

Hepimiz ana rahmine düştüğümüz an itibariyle varoluşa adım atıyoruz. Varoluş dediğin, koskoca yer, daha nasıl bir yer olduğunu tam olarak anlayamadık bile. Elimizde zamanın ötesinde düşünmeyi bilen birkaç fizikçinin teorileri, binlerce yıllık hikayeleri barındıran kutsal kitaplar, mitler ve dünyanın dört bir yanına yayılmış çeşitli varoluşla ilgili inanışlar var.

Bunca belirsizlik ve pek de kimseyi tatmin etmeyen, doğaya ve canlılara zarar verme pahasına kendini ayakta tutmaya çalışan bir sistem içinde  insanlığın kendini var etmeye çalışmasını izlemek national geographic wild izlemekten pek de farklı değil aslında. İnsanlık, ekolojik sistemin baş yokedicisi olarak hem kendiyle hem birbiriyle bir varoluş savaşı veriyor.

Seçemediğin aile ve ülke içinde doğup, bu aile ve ülkenin kalıplarıyla yetişip, inanç sistemlerini bu verilere göre oluşturup, kendini gerçekten o kişi sanıyor, büyük bir varoluşsal illüzyonun içine giriyorsun. Portekiz'de doğan bir çocukla Hindistan'da doğan bir çocuk yer değiştirseler, bambaşka algılara sahip bireyler olarak yetişecekleri aklına gelmiyor. Varoluşunu, kalıplara göre oturtuyorsun, sonra da bu kalıpları benimseyip, kendini o sanmaya başlıyorsun.

Sonra okula gidiyorsun, işe giriyorsun, evleniyorsun, çoluk çocuğa karışıyorsun, her dönemi belirli yaş aralıklarında yapmak için debeleniyorsun, çünkü fizyolojik kısıtlar bir yana, sistemin olağan kabul ettiği durumlar var.Yaşlanmaktan korkuyorsun, çünkü sistem tarafından sunulan standart hayallerin, belirli yaş aralıklarında gerçekleştirilmesi lazım. Yoksa adam olamamış, evde kalmış, tutunamamış, kaybetmiş olarak adlandırılıyorsun. Tamamen sanal bu kısıtlar yüzünden, yoruluyor, yıpranıyor, sağlığını kaybediyor, acı çekiyor ve yalnızlaşıyorsun. Varoluşunun değeri, diğerlerinin onayına bağlı kalıyor. Toplumdan geçer not alınca seviniyorsun, yoksa onaylanmak için daha çok debelenip, kendini hırpalıyorsun.

Kendini, varoluşunu olduğun gibi kabul edememen bir yandan çok doğal, çünkü önünde bunu yapabilen çok fazla insan örneği yok. Ne tarafa dönsen, hayallerini, güvenlik adına bırakmış birçok insanla karşılaşıyorsun. Korkuyorsun ve korkutuluyorsun. Ruhu asla tatmin olamamış, bunu daha çok para ve daha çok konumsal güçle kapamaya çalışan pek çok insan görüyorsun. Gittikçe özünden uzaklaşsan da, çevrendekilerin parana ve konumuna verdiği değerden dolayı, sadece bu şekilde varolabileceğini düşünüyor, ve bunları kaybedersen senin koca bir hiç olduğunu düşünecekleri için, elindekileri umutsuzca tutmaya çalışıyorsun. Bazen bir şirketteki üst düzey bir yöneticisin, bazen de şöhret sayesinde kendini kaybetmiş bir sanatçı. Eğer iyi, güzel, başarılı, yani tam senden beklendiği gibi biriysen, alkışlarla yaşıyorsun. Yoksa, bir köşene çekiliyor ve unutulmuş olmanın hüznünü yaşıyorsun. Ne de olsa düşenin dostu olmadığını öğretiyor sistem sana.

Kendini gerçekleştirebilmek, sadece standartlara uymak değil, bütün bunlar olmadan da özünün varolduğunu bilmek bence. Erdemliliği ve önyargısızlığı kazanmak, herşeye rağmen kendini onaylamayı ve sevmeyi bilmek. Kaybetmekten korkmayanların sayısı artsaydı, tutunamayanların kitlesi değişir, arkalarından kral çıplak diye bağırılmasından korkan yöneticiler gerçek kaybeden olurdu. Gerçekten kaybeden olmayı göze alınca insan, kazanmaya başlıyor. Onaylanma ve sevilme merakını bırakınca özgürleşiyorsun. Objelere tutunmayı bırakınca, eylemin anlam kazanıyor. Yalnız kazanılmıyor tabi ki bu savaş, seni anlayan iki dost bile yeterli oluyor. Bir ailen varsa ve seni destekliyorsa da, oh ne ala. 

Varolmak her haliyle güzel, kaybetmek pahasına denemeyi istemek daha da güzel. Yeter ki şu sorunun cevabını ver; Gerçekte kimsin?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder