22 Ekim 2011 Cumartesi

Kırılganlığın gücü

Bu başlık bana ait değil, geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın önerisiyle TED'de izlediğim bir videonun başlığı.  Her ne kadar birçok insanın kendi hayatında deneyimleyerek öğrendiği olguların, hayatında hiç büyük travmaya maruz kalmadığı belli insanlar tarafından araştırılmasından, paketlenerek satılmasından ve bu paketlerin diğer farkındasız insanlar tarafından ayakta alkışlanmasından sıkılmış olsam da, sunum güzelce ve net olarak ifade edilmiş. En iyi yanı ise, bana iki haftadır yazmak için aradığım konu başlığını vermesi oldu.


Şu son iki haftada hastanelerde çok yoğun zamanlar geçirdim. Bedensel engelli kardeşimin hasta olduğunu farketmemiz ve hastaneye gidince durumun ölümcül acil olduğunu anlamamızla başlayan hastane sürecinde, hem bizim görece şanslı hikayemiz hem de orada bulunan diğer ölümcül acil durumdaki hastalar ve yakınlarıyla geçen günler bende doğal olarak gündelik yaşamdan kopukluk hali yarattı. Kaybetme korkusunun, çaresizliğin acı nefesini bu kadar yakınında hissetmek sahiden zor. Daha önce bunu kaç kere deneyimlemiş olursanız olun, ki evet daha önce benzer hikayeler yaşadım, herhalde vicdan ve sevgi sahibi hiçbir insanın ne kadar denese de alışamayacağı kavramlar bunlar.


Annemlerin, kızım sen artık bugün hastaneye gelme dediği bir günün akşamında, arkadaşlarımdan birinin evine gittim. Evde ailelerin tanışacak olmasının heyecanı, gün boyu yapılmış temizliğin yorgunluğu ve ocakta pişen yemeklerin güzel kokusu vardı. Eve girdiğimde, yaşadığım zor günlerden sonra içten bir sarılma bekledim, ama o sırada kafalar bende olamayacak kadar meşguldu. Ruhum gelgit modlarda olduğu için, bir an yine yabancılaştım ve suratım ister istemez düştü. Suratım düşünce arkadaşımdan bir uyarı aldım, istersen yüzünü topla biraz diye. Kendince haklıydı, o gün onun günüydü. Kirletmeye hakkım yoktu. Yine de epey bozuldum duyduğum lafa, ama misafir geldiği yere önemli bir günde arıza çıkaran insan olmak istemeyeceğim için sustum. Biraz sonra gelen başka bir misafir benim enerjimi yükseltti ve tekrar gülümsemeye başladım. Aslında evden gidecekken, gitmekten vazgeçtim ve o gece hastanede olan annem ve kardeşimi kafamın bir köşesinde saklayarak yedim, içtim, muhabbet ettim. Performansım bence iyiydi, arkadaşımı suratımı düşürerek utandırmadım, ortamı bozmadım, üstüne keyfime baktım.


Şimdi bunları neden anlattım? Çünkü TED'de izlediğim videonun konusu tam da bu aslında. Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren annemizle kurduğumuz bağlantıdan başlayarak, sevgi ve aidiyet hislerine muhtaç yaratıklar olarak varolmaya başlıyoruz. Doğduğumuz zaman, anne ve babamızın ürünü olarak, onların bizim için kurdukları hayalleri yerine getirmek üzere yetiştirilmeye başlıyoruz. Genelde anne babalar, çocuklarına kendi yüklerini bıraktıklarını farkına varmadan, mükemmeliyetçi bakış açılarıyla, ürünlerini istedikleri gibi yetiştirip, hasat almaya bakarlar. Eğitim tarzı, artık işe yaramadığı iyice belli olan ödül ve ceza sistemidir. Sonra okulda bu sistem devam eder. İş hayatına girdiğinde, performans değerlendirme sistemleri yine ödül ve cezaya bağlıdır. Patronun istediği prototip olabilmek için, gelişime açık yanlarını irdeleyip durursun.


Bu çarpık sistem sayesinde daha doğuştan itibaren, ait olabilmek ve sevilebilmek, yeterli görülebilmek için belirli bir seviyede, belirli bir durumda olmaya çalışıyoruz, aslında en doğal hakkımız sevgiyken, bunu elde edebilmek için mücadele etmeye başlıyoruz. Çünkü asla koşulsuz olarak sevmiyor bizi sistem, sevilmenin belirli koşulları var. Doğal olarak biz kendimizi sevmeyerek büyümeye başlıyoruz. İçimizde var olan yetersizlik duygularının değersizliğe dönüşmesini acıyla izliyoruz. Daha çok utanıyoruz, daha çok korkuyoruz. Sonra bu acıdan kaçmaya başlıyoruz. Ne de olsa bu acıyla yaşayamayız. Bize hiçbir zaman acılarımızla yüzleşmemiz, herşeye rağmen kendimizi sevmemiz ve kabullenmemiz öğretilmiyor. İnsanlığın tarihinden beri süregelmiş utanç duygusunun içine binbir kavramı yerleştirip anlamını genişletiyoruz. Böylece sürekli utanç, korku ve bu duygulardan kaçış kısır döngüsü halinde yaşamaya devam ediyoruz.


En yakınlarımızın dahi bizi koşullu kabul ettiği bir ortamda, kendimizi sadece biz olduğumuz için kabul edebilmek çok zor. Herşeye rağmen kendimizi sevebilmek, kendimize ait olabilmek için, önce kendimizden ve başkalarının bizden yüksek beklentilerini bir kenara koymak ve durum neyse onu kabullenebilmek gerekiyor. O akşam gittiğim yemekte, suratımı toplamam uyarısı yerine şefkatli bir dokunuş veya anlayışlı bir bakış bana yeter de artardı. Böylece ben olduğum gibi kabullenildiğimi bilir ve yine gülümsemeye başlardım.


Acaba kendi içimizdeki utanç ve korkularımızdan saklanmaya çalışırken başkalarını ne kadar yargılıyoruz? İnsanlığın içinden çıkamadığı kördüğüm, egosundan sıyrılamadığı için kendini başkalarına yansıtmasıdır. İnanın bu çözülseydi, şu an başka bir dünyada yaşıyor olurduk. Bu sayede bu kadar gücün peşinden koşmaz, konumumuz veya sahip olduklarımız sayesinde kabullenileceğimizi sanmazdık. Çevremizdekilerin kabul ettiklerinin sahici biz olmadığını gizliden gizliye bildiğimiz için her gün depresyondan depresyona koşmazdık. Kendi hayatlarımızı başkalarınınkiyle kıyaslamaz, hayatı bitiş çizgisine ulaşılması gereken bir at yarışı gibi algılamayı bırakıp, sevmeye başlardık. Atları da yarıştırmazdık, horozları da dövüştürmezdik, kendi açmazlarımızın acısını doğadan çıkarmazdık.


Ne kadar kusurluysanız, o kadar değerlisiniz. Ne kadar zayıflıklarınızı anlıyorsanız, o kadar hayatınızın bir anlamı var. Ne kadar acıyla yüzleşiyorsanız, o kadar mutlusunuz. Ne kadar başkalarını da rağmen ve hesapsızca sevebiliyorsanız, o kadar içtensiniz. Ne kadar ait olmayı hakkettiğinizi düşünüyorsanız, o kadar özgürsünüz.


Bedensel engelli kardeşime gelince, o şimdi gayet iyi, sorununun nedeni de bulundu. Engelli olduğu için hiç hayıflanmayın, hiç çok zor demeyin, çünkü bunu diyerek sadece kendi algınızdan bakarsınız.  Onun gözlerindeki yaşam sevincini, erdemini ve iç huzurunu ben sokakta dolaşan çok az insanda görmüşümdür. Her insan her haliyle güzeldir, yeter ki biz yargılamadan ve korkmadan kabullenmesini bilelim.


TED'deki videoyu izlemek isteyenler için buyrun link;


http://www.ted.com/talks/lang/eng/brene_brown_on_vulnerability.html

9 Ekim 2011 Pazar

Toplumsal cinnete doğru

Son zamanlarda artan kadın cinayetleri, bu olayların gazete manşetlerinde, iddia edildiği üzere konuya dikkat çekmek üzere sansürsüz fotoğraflarla topluma iletilmesi epey gündem konusu haline geldi.


İnsana dair her tür olay psikolojiyle bağlantılandırılabilir. Bireyin, ailenin, toplumun güdülenmesi bazı psikolojik kurallara bağlı. Bir insan zihin haritasında nasıl benzer yoldan ilerlediğinde benzer sonuçları alıyorsa, toplumsal olaylarda da benzer yollar benzer sonuçlara varıyor. Bu yollar ne kadar yanlış ve ne kadar derinse, maalesef sonuçlar da o kadar acı verici oluyor.


İnsana sunulan her tür görsel bilgi reklamcıların kullandığı şekilde, insanın o bilgiyi almasını ve içselleştirmesini sağlar.


Buyology kitabının yazarı Martin Lindstrom, yıllarca yapılan nörolojik araştırmaların sonucunda, büyük markaların neden tüketiciler tarafından seçildiğini anlamaya yönelik çıkarımlar yapmış, bilinçaltının reklam olarak sunulan görsel öğelerle duygu bağı kurarak, markayı içselleştirdiğini anlatmış. Bir örnekle, sigara paketlerinin üzerindeki resimler de dahil olmak üzere her tür tersine sloganın, tüketiciyi uzaklaştırmaktan çok, sigaranın tehditlerini doğallaştırmaya yaradığını ve sigara tüketicilerinin ekmeğine yağ sürdüğünü belirtmiş.


İknanın psikolojisi kitabının yazarı sosyal psikolog, Robert Cialdini ise, toplumsal kanıt ilkesini öne sürerek, bir insanın diğerleri tarafından yapılan şeyleri kendisine referans aldığını ve davranışlarını buna göre belirlediğini söylemiş. Bir örnekle, iki restorandan birini yemek yemek için tercih edecekseniz, otomatik olarak daha kalabalık olanı tercih edersiniz.


Yine aynı kitapta, kendimize benzettiğimiz insanların davranışlarını da bilinçaltımızda model aldığımız belirtilmiş. bana benziyorsa ben de yaparım ilkesiyle, insanların kendilerine psikolojik olarak yakınlık duydukları insanların davranışlarını model aldığı çok ilginç bir araştırmayla tespit edilmiş. A.B.D 'de ilk sayfada yayınlanan bir intihar haberinin ardından o bölgede iki ay içinde normalden fazla intihar vakasına rastlanmış. Ek olarak, gazetelerde verilen kaza ve cinayetlerle ilgili olayların, bölgesel kaza ve cinayet olaylarını arttırdığı, bu tür haberlere yer vermeyen gazetelerin olduğu bölgelerde ise vakalarda artışa rastlanmadığı gözlenmiş.


Şimdi aşağıdaki resme bakalım.


http://www.milliyet.com.tr/...50yil/default.asp?id=14


Bu fotoğraf, 1968 yılında bir Vietkong'lunun öldürülmesini ele alan "ödüllü" bir fotoğraf. Son 50 yılın en iyileri içinde de yerini alıyor. Bu fotoğrafa bir saat sonra bir daha bakın, adamın yüzünde gördüğünüz korku ve çaresizliği içselleştirdiğinizi farkedeceksiniz. eğer hala geçmediyse, siz de aşırı hassas bir insansınız geçmiş olsun, ömrünüzü her tür gazete haberi, resim ve filmlerden kaçarak geçiriyorsunuz demektir. Neyseki yalnız değilsiniz, merak etmeyin. Eğer etkisi biraz olsun geçtiyse, o zaman aşırı hassas olmayan insana ait doğal süreci yaşıyorsunuz ve görsel öğrenmeyle konuyu içselleştiriyorsunuz.


Bir arkadaşımın arkadaşı Somali'ye fotoğraf çekmeye gitmiş, dönüşte neler gördün diye sormuşlar. hep o fotoğraflarda gördüğümüz karnı şişik, başında sinekli çocuklar vardı işte demiş, geçmiş.


Şimdi bu bilgiler ışığında, hem bu tür manşetler, hem şiddet içeren her türlü film, porno, resim sizce insan beyninde nasıl çalışıyor olabilir? Herkese tavsiyem, en azından gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini okurken dikkatli olmaları.


Sevgili medyaya tavsiyem şu olur;  bir haber yaparken bilgi edinin. Bir cana dikkat çekerken, başka canları yakabilirsiniz.