21 Nisan 2013 Pazar

GERÇEK

Belki idealar dünyasından koparılmış düşünce bulutlarının evrendeki canlıların beyinlerinde tezahür etmiş hali, belki " n" değişkenli matematiksel bir kurgunun limit sonsuza giderken evrende oynaşması, belki de rastgele değişkenlerin quantum ortamlarda birbirlerine bir bilardo masasında gibi çarparak sonsuz kere yönlerini bulmalarıdır gerçek.

İnsanlık ve dahilinde ben bu sorulara epeydir merak salmışken, gerçek tanımı zihnimde daha da basitleşip berraklaşıyor gittikçe.
 

Bilinmezliğin dünyasında gerçeği ararken, yanıbaşımızda gerçeği aramamamıza neden olan halusinasyonlarımızın bizi yüzeyselliğin içinde artık mutluluklarla hapsetmesine izin verdikçe ne kadar karışmış herşey.
 

İçimizde acılar içinde kıvranırken, acımızın gerçekliğini yadsıyıp, sahte gülümsemeler, sahte sevişmeler, sahte koşturmalar, sahte terfiler, sahte mutluluklarla aslında benim bir sorunum yok neden mutsuzum diye kendimizi sorgularken unutmuşuz gerçeğimizi.
 

Gerçekte kimsin? Ve gerçek kendine ne kadar sadıksın?
 

Kendi gerçeğini arayanın önce elini bir arı kovanına daldırması gerekiyor ya, nasıl ki tecavüzcüler ve seri katiller, ayna nöronları pek çalışmadığından kurbanlarının acılarını pek anlayamadıkları için aslında ahlaki değil nörolojik vaka olarak kabul edilebilirler; kendini bulamayan, kendini ötekileştiren ve gerçeğinden bunca uzaklığıyla dünyaya kabuğunu sunan bunca insan da yüzeysel, sadakatsiz, bencil olarak değerlendirilebileceği gibi sadece iki tanımla da sunulabilir; algıları düşük ve korkak.
 

Eğer birşeyin içinde korku varsa, o korku, yerine gelebilecek sevginin yerini almıştır demiş birileri. Korkunun titreşimi vardır, hayatta kalma konusuyla yüzyüze gelinen bir durumda gerçektir, aslında bahane olmayan her hali gerçektir, çünkü duygudan gelir. insan birkaç şeyden gerçekten çok korkar, ölmekten, belirsizlikten ve yalnızlıktan. bu gerçek korkuların, insanı gerçek olmayan durumlara sürüklemesi işte acı olan. Korkunun içinde kendini kaybediş, korkunun gerçekliğinin farkına varamamak ve gerçek olmayana rastgele sürükleniş. sahte kontrol manyaklıkları, ben bilirim halleri, yakınlaşmalar, uzaklaşmalar, aldanmalar, aldatmalar, yüzeysel sularda derin batışlar.
 

Peki neden maruz kalıyoruz gerçek olmayana? Biz gerçek olmadığımız için mi? Kendi gerçeğini göremeyenin gerçeğini hissedebilip yanında kalmayı seçtiğimiz için mi? Sistem bunu gerektirdiği için mi? Ruhumuzun incinmesine rağmen, gerçek olmayanlar tarafından kabul edilmek için mi? Kendi gerçeğimize sadık olmadığımız için mi?
 

Higgs bozonu, fiziksel gerçekliğin üst dünyadan kelimelerle çekildiğine inanan japon jomon kabilesi, her insanın nörolojik bağlantılarının davranışlarına direk etkisini aktaran yeni buluşlar şöyle dursun, gerçeğin yeni bir tanımı var bende. 

Gerçek olanda, titreşim başkadır.

10 Aralık 2012 Pazartesi

BİR AŞK MASALI

Bir varmış bir yokmuş diyordu kız adamı her gördüğünde. İkisi de, sonsuz bir çölün kavurucu sıcaklığında tepelenmiş kumların üstüne savrulmuş, birbirlerini görebilecek kadar yakın ama dokunamayacak kadar uzakta bir başlarına duruyorlarmış. Rüzgarın getirdği kum fırtınaları, birbirlerini görünmez kılıyor, fırtına dindiğinde hala oradalar mı diye birbirlerine dönüyorlarmış.

Kız adama bakmış. Adam, rüzgarın onu uçurduğu tepeden aşağıya inip düz yola çıkmak için uğraşıyor, her defasında ayağı kuma saplanıyor ve sanki tepeden hiçbir zaman inemeyeceği inancını içinde büyüterek öfke ve umutsuzlukla çevresine bakınıyor ve sonra içine dönüyormuş.

Kız, bir ah geçirmiş, keşke bu kadar debelenmeden yuvarlanabildiğini bir görebilse de yapabilse.

Çölün kavurucu sıcaklığı, ikisini de bunaltıyor, rüzgarın getirdiği kum fırtınalarına dayanabilmek için harcadıkları çabalarla birbirlerini göremez halde, hayatta ve dimdik kalma savaşı veriyorlarmış.

Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş. Farketmemişler.

Birbirlerine bakmışlar, kum fırtınasından oluşan yanıklarla dolu izlerini görmüşler birbirlerinin. Belki şifa olabilirlermiş birbirlerine, ama önce geçilmesi gereken tümsekleri varmış işte.

Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş. Görmemişler.

Adam, kıza seslenmiş; neden beni bekliyorsun?

Kız cevap vermek istemiş, beraber gitmek istiyorum seninle diye, verememiş, kelimeler boğazında düğümlenmiş. Gidiyorum demiş. Kendini kumlarına kapatmış. Adam, kızın kapandığını görünce, görünmez olmuş.

Kumların arasında bir rüya görmüş kız. İkisi de, kendi tümseklerinde debeleniyor, üstüste hatalarla kumların içine daha çok batıyorlarmış.

O anda anlamış. Aslında karşısında gördüğü adam kendi aynasıymış. Sonra kendine bakmış, aslında kendisinin de başka tümseğin üstünde olduğunu farketmiş.Bu kadar ayrıştırdığı, aslında ondan bir parçaymış.

Yeni bir fırtına gelmiş, bu defa göz yaşlarını beraberinde getirmiş. Göz yaşlarının ıslaklığı, yanıklarına iyi gelmiş. Keşke hep böyle ağlayıp serinleyebilsem demiş.

Gidemeyeceğini kabullenmiş kendi içinde, orada rahatlamış, tekrar ağlamaya başlamış. Bu defa serinliğin ve kabulun getirdiği mutlulukla kendine sarılmış.

Adam ona bakmış, neden ağladığını anlamamış. Ağlayan kadın ona yükmüş meğerse. Bunca fırtınanın arasında ağlamaya yer yokmuş.  Hem daha önce ağlayan kadınlar da gitmişler sonunda. Bu da gidebilirmiş.

Hem tümsekten inebilse bile bu kızla gideceğini kim bilirmiş?

Kızın, kalbi ağrımış. Ağrıları o kadar artmış ki, kendini kendi tümseğine vermiş. Bir şekilde inişin yolu olmalıymış. İnmek çıkmaktan bu kadar kolayken, neden saplanıp kaldıklarıa hayret etmiş.

Bir sabah uyanmış kız, adam hala debeleniyormuş kumların üzerinde. Kendi tümseğinin azaldığını farketmiş. Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş. Kız, kazlara bakmış, adama seslenmiş, adam duymamış.

Çaresizlik içinde bakakalmış kız, sırf sevdiği  ve gözyaşlarıyla arındığı için tümseğin gittikçe parçalandığını nasıl anlatabilirmiş? Hem bakalım adam, gerçekten o tümsekten inmek istiyor muymuş?

Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş, kız birden kazların onlara seslenişini duymuş. Kazlar onları çağırıyormuş. Adam duymamış. Tek başına anlamak ne zaman yetmiş ki?

Adam, kıza bakmış. Kızın yüzünden bir ışık yayılmış. Adam arkasını dönmüş. Kafasını kuma gömmüş.

Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş. Kalırsa kuruyarak ölecekmiş, kazların götüreceği yolda suya ulaşmak için yola çıkmış. Arkasını dönmüş, göz göze gelemeden bir süre bakmış. Yoluna dönmüş.



Başka bir son..



Adam, kıza bakmış. Kızın yüzünden bir ışık yayılmış. Adam ağlamaya başlamış.

Adam, ağladıkça, gözyaşları kumları ıslatıyor, kumlar yavaşça eriyormuş. Adam, ağlamış, ağlamış, ağlamış...

Önlerinde yeni bir yol varmış şimdi, nereye gideceği bilinmez. Üstlerinden bir kaz sürüsü geçmiş. Kazlara bakmışlar ve elele onların gittikleri yolu takip etmişler.




Masallar, paralel sonsuzlukların, yaşatılmaya değer kılınan halleriymiş meğer.















16 Mart 2012 Cuma

Masumiyet

Ne zamandır masumiyet üzerine yazacağım, sonunda yine oraya buraya koşturmaktan bitkin eve kapandım, bu konuyu artık ele almanın vakti geldi dedim. Bugün artık bu konuya değiniyorum. Aklımda birşey var mı?  Aslında yok. İçimdeki küçük kız ne söylerse onu yazacağım, neler akarsa.

Nereden çıktı şimdi bu küçük kız? Masumiyet, içimizdeki kırgın çocuğun öfkeyle kararmamış hali bana göre. Hangimizin içinde çocukluğunda tam ve bütün olan, içini dışında hissetme hali olmadı ki? Tüm saflığımızla konuştuğumuz, hakkımızda neler düşünüleceği kaygısı olmadan içimizi döktüğümüz, hayata dair ikiyüzlülükten uzak, değerlerimizi ve vicdanımızı sorgulamak zorunda olmadığımız yıllardan hangimiz geçmedik?

Büyüdükçe herşey değişiyor işte. Tekrar tekrar söylediğim üzere sistemin ve yanlış öğrenmelerimizin  etkisiyle, bize okutulan tatlı masallarla hayatın acı gerçeklerinin arasındaki büyük farkın canımızı acıtmasıyla önce korkmayı öğreniyoruz. Bazılarımızı ailelerimiz korkutuyor önce. Sonra sokaktaki bütün korkmayı öğrenmiş herkesten korkmayı öğreniyoruz. Algılarımızın açık olduğu, tüm sevgi ve masumiyetimizi taşıyan küçük çocuk günden güne parçalanıyor böylece.

Üniversite zamanında bir süre depresif bir dönem geçirmiştim. Hissettiğim duyguyu aktarmaya çalıştığımda, japon animelerindeki gibi saf saf bakan koca gözlü bir kızın ağzı açık bakakalmış ve ürkmüş bir resmi gözümde canlanmıştı. Sanırım orada hepimizin içinde hala bir çocuk yattığını, her ne kadar büyüdüğümüzü sansak da, o çocukla elele ilerlemeden, o çocuğa sarılmadan sağlıklı ve bütün olamayacağımızı ilk defa farketmiştim.

Masumiyet, başkaları tarafından çok defa incitilmiş bu çocuğu farkedebilmek, sevebilmek ve sarıp sarmalayabilmek demek bence.Bir çocuğun saflığıyla, merakıyla, hayatın akan bir macera olduğunu anlayabilmek, hala kırlarda koşmaktan utanmamak, o çocuğu yaşarken demir maskelere hapsetmemek demek. Hayattan çok büyük problemler olmadığı sürece hala zevk alabilmenin sırrı da sanırım burada.

Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabında - Sabahattin Ali ve Carl Gustav Jung'ın tanışmasını gerçekten çook isterdim, bir yazar bu kadar mı iyi insan psikolojisini derin öykülerle harmanlar? - çok güzel bir cümleye denk geldim.

"İçimizde, bizim "ahlak" tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir "hesabi" tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde o galip çıkıyor ve onun dediği oluyordu."

Hepimizin içinde aynen bu şekilde hesabi bir taraf var. Zaten iş ilanlarındaki analitik düşünme yeteneği talebi bile bu hesabi tarafı ne kadar desteklememiz gerektiğini anlatıyor bize. Kimse, sezgisel yeteneği gelişmiş duyarlı insanlar aramıyor. Dolayısıyla bu tarafımız gittikçe kapanıyor. Halbuki bi çocukta bu kadar heap kitabı göremezsiniz,  çocuk anda yaşar, çocuk neyse odur, çocuk duygularını gönlünce yaşar, sürekli mutlu veya mutsuz olmaya kalkmaz. Aslında pek birşeye kalkışmaz. Anda yaşar ve keyfine bakar.

Bu kadar hesabın ortasında, değerleri yaşatmak da doğal olarak zor oluyor. Hayattan yeterince sille yemiş ve korkutulmuş çocuk halimiz, varolabilme savaşı adına, içsel olarak yabancılaşıyor, ötekileşiyor ve değerlerini bir yerde bırakarak yoluna devam ediyor. Güle güle masumiyet, hoşgeldin muhasebe uzmanlığı. Sanırım muhasebeyi bu yüzden hiçbir zaman sevemedim.

Ben her insanın kendine bir gün dur diyerek, içine dönebileceğine ve içindeki çocuğu bir yerlerde tekrar bulabileceğine inanyorum. Tabi o çocuk, biraz kırgın olacak, kızmış, öfkeli, belki de fazlasıyla kararmış. dudak bükecek bize, nerede kaldın diye? Yine de, her çocuk en sonunda sonunda bulunup bir sarılmayı hakeder. Kendini güvende hissetmenin en etkili yollarından biri sarılmaksa, neden içimizde çocuğa sarılmayıp kendimizi güvende hissetmeyelim? Hem belki o güveni hissettikçe, değerlerimize tekrar merhaba diyeceğiz. Hayatımızda korkularımız yüzünden oluşan kendi kendini gerçekleştiren kehanetler belki de böylelikle son bulacak.  Benim çocuk, ben yazdıkça gülümsemeye başladı bile, size de göz kırpıyor. Şimdi oyun zamanı!






16 Ocak 2012 Pazartesi

Denememeler

Bloğuma gerekli ilgiyi aylardır gösterememe halim, yatağa düşünce son buldu. Evet, daha çok yazmak istiyorum.
Biraz daha evime ve kendime vakit ayırmaya, yaşamımın hızını, yaşadıklarımı ifadeyle dengelemeye ihtiyacım var. Karın yağışını evden izlemeye, kedilerimin yanında olmaya, kitap okumaya, sokaklarda, kurslarda, konserlerde gördüklerimi beynimde harmanlamaya ihtiyacım var. Hayatın her anını dolu dolu geçirme arzumla, yaşadıklarımı hazmetme arasında kısıtla olsa bir süreye ihtiyacım var. Tabi bu benim gibi bir insan için bir günü geçemiyor, işte o bir günü yaratabilmek lazım arada, yoksa bedenin senin için yaratıyor bir güzel. 


Bu itiraflardan sonra asıl meseleye geçelim. Hazır hayatı dolu dolu yaşamak demişken; hani bir yaş dönemi vardır, herkes evlenmeye ve çocuk yapmaya karar verir, hayatını oturtmaya çalışır ya, benim o dönemim uzun süreli ilişkimi bitirerek o kişiyle evlilikten vazgeçme ve hemen ardından üstüste yaşadığım ölüm vakalarıyla geçti. Bu sıralarda belki bir insanın altmış, yetmiş yaşında düşüneceği şeyleri düşündüm epey. Annem hayretler içerisinde beni izledi, sen çok erken düşünmeye başladın birçok şeyi dedi. Yapacak birşey yoktu, Herkes mersine gidiyordu, bense tersine. Hiç kolay olmadı, çok uzun süre sanki hayat beni başka bir boyuttan geçirmiş de, ben o yerde asılı kalmışım, hayat da gözümün önünden gelip geçiyormuş gibi hissettim. Eskiden oynadığım adventure oyunlarının içindeydim, ilerleyebilmek için birşey bulmam gerekiyordu, ama o şeyi bir türlü bulamıyordum. Geçtiğim sokaklar, gördüğüm insanlar, hepsi birer oyunun içinde yer alan karakterler, doğru bir cümleyi sarfedince, veya doğru bir yere gidince bana bir ihtimal anahtarı uzatacak olanlardı. Yalnız gerçekten de aramaya inanmak gerekiyor, ben bu sayede birçok anahtar buldum, bugünkü beni yaratan, geçmişin tozlarını üstümden atan, bana kim olduğumu ve nereye ait olduğumu gösteren, özümle tanıştıran kişiler ve olaylarla yeniden şekillendim.


Herkes mersindeyken ve benim kendimi koyacak bir yerim yokken, her zor yolun insanda yaktığı bir ışık misali, aramanın bir kayıp olmadığını farkettim. Kayıp bir zamanın peşinden koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu, hayatın her yönüyle denemeye değer olduğunu kendime tekrarlayıp durdum. Peki hayatı olduğu haliyle denememin önündeki engeller neydi? Öncelikle iç engellerim vardı, alışkanlıklarım, kendimle ilgili tanımlarım, en önemlisi denemek ve arkasından yanılmakla ilgili korkularım vardı. Dış engeller, değiştiremeyeceğim faktörlerden oluşuyordu ama iç engellerimi kırabilirdim. Bunun da tek yolu hayat sahnesine çıkmak ve orada rezil olmaktan korkmamakmış, bunu anladım. İnsan, sahne korkusunun üzerine gittikçe, sahnede daha rahat ediyor. Başarısızlık korkusunu kabullenince, kaygılarından uzaklaşabiliyor, bu da kendini olduğu haliyle sevmekten geçiyor. 


Çevremde kendisi için kötü konuşan, kendine aptal, boş, yetersiz diyen insanlara bakıyorum. Muhtemelen bu lafların altında derin bir mükemmeliyetçilik, kendinin bile farketmediği iç duvarlar var. Her konuda iyi olmayabiliriz, bunu bile kabul edebilmek insana derin bir rahatlama getiriyor. İşte o zaman, içimizde kaybettiğimiz çocuk yeniden ortaya çıkıyor. O saf, kaybetmekten korkmadan kendini oyunun içine atan çocuk tekrar oyun oynamaya başlıyor. Ego çözülüyor, öz ortaya çıkıyor. İnsan, kendini yargılamayı bıraktıkça, özündeki utanç ve suçluluk duygularından da arınıyor.


Geçtiğimiz günlerde, bir iş adamı elli yaşında dans öğrenmeye başlamış, gazeteciler merakla adamın orta yaş krizinde olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlar. Adamın cevabı çok basit; Öğrenmek istedim, başladım. Seçimlerimizi yaparken, başkalarının korku ve yargılarını üzerimize yapıştırdığımızda denememeler hali başlıyor. Ben buna eksik yaşamlar diyorum, o kadar eksik yaşıyoruz ve yaşatılıyoruz ki, sonunda yetmiş seksen yaşımıza geldiğimizde, geçmişe dönüp baktığımızda, neyi yaşamak istediğimizi, neyi gerçekten yaşadığımızı, neyi yaşayamadığımızı hesaplarken mutlu mu olacağız, yapamasak bile en azından denediğimizi mi söyleyeceğiz yoksa hiç deneyemediğimizi mi? İşte bence hayatı buna göre yaşamak gerekiyor. Yaşlandığımızda, vicdanımız temizse ve gerçekten denediğimizi biliyorsak, mutlu bir hayat yaşamışız demek.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Kırılganlığın gücü

Bu başlık bana ait değil, geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın önerisiyle TED'de izlediğim bir videonun başlığı.  Her ne kadar birçok insanın kendi hayatında deneyimleyerek öğrendiği olguların, hayatında hiç büyük travmaya maruz kalmadığı belli insanlar tarafından araştırılmasından, paketlenerek satılmasından ve bu paketlerin diğer farkındasız insanlar tarafından ayakta alkışlanmasından sıkılmış olsam da, sunum güzelce ve net olarak ifade edilmiş. En iyi yanı ise, bana iki haftadır yazmak için aradığım konu başlığını vermesi oldu.


Şu son iki haftada hastanelerde çok yoğun zamanlar geçirdim. Bedensel engelli kardeşimin hasta olduğunu farketmemiz ve hastaneye gidince durumun ölümcül acil olduğunu anlamamızla başlayan hastane sürecinde, hem bizim görece şanslı hikayemiz hem de orada bulunan diğer ölümcül acil durumdaki hastalar ve yakınlarıyla geçen günler bende doğal olarak gündelik yaşamdan kopukluk hali yarattı. Kaybetme korkusunun, çaresizliğin acı nefesini bu kadar yakınında hissetmek sahiden zor. Daha önce bunu kaç kere deneyimlemiş olursanız olun, ki evet daha önce benzer hikayeler yaşadım, herhalde vicdan ve sevgi sahibi hiçbir insanın ne kadar denese de alışamayacağı kavramlar bunlar.


Annemlerin, kızım sen artık bugün hastaneye gelme dediği bir günün akşamında, arkadaşlarımdan birinin evine gittim. Evde ailelerin tanışacak olmasının heyecanı, gün boyu yapılmış temizliğin yorgunluğu ve ocakta pişen yemeklerin güzel kokusu vardı. Eve girdiğimde, yaşadığım zor günlerden sonra içten bir sarılma bekledim, ama o sırada kafalar bende olamayacak kadar meşguldu. Ruhum gelgit modlarda olduğu için, bir an yine yabancılaştım ve suratım ister istemez düştü. Suratım düşünce arkadaşımdan bir uyarı aldım, istersen yüzünü topla biraz diye. Kendince haklıydı, o gün onun günüydü. Kirletmeye hakkım yoktu. Yine de epey bozuldum duyduğum lafa, ama misafir geldiği yere önemli bir günde arıza çıkaran insan olmak istemeyeceğim için sustum. Biraz sonra gelen başka bir misafir benim enerjimi yükseltti ve tekrar gülümsemeye başladım. Aslında evden gidecekken, gitmekten vazgeçtim ve o gece hastanede olan annem ve kardeşimi kafamın bir köşesinde saklayarak yedim, içtim, muhabbet ettim. Performansım bence iyiydi, arkadaşımı suratımı düşürerek utandırmadım, ortamı bozmadım, üstüne keyfime baktım.


Şimdi bunları neden anlattım? Çünkü TED'de izlediğim videonun konusu tam da bu aslında. Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren annemizle kurduğumuz bağlantıdan başlayarak, sevgi ve aidiyet hislerine muhtaç yaratıklar olarak varolmaya başlıyoruz. Doğduğumuz zaman, anne ve babamızın ürünü olarak, onların bizim için kurdukları hayalleri yerine getirmek üzere yetiştirilmeye başlıyoruz. Genelde anne babalar, çocuklarına kendi yüklerini bıraktıklarını farkına varmadan, mükemmeliyetçi bakış açılarıyla, ürünlerini istedikleri gibi yetiştirip, hasat almaya bakarlar. Eğitim tarzı, artık işe yaramadığı iyice belli olan ödül ve ceza sistemidir. Sonra okulda bu sistem devam eder. İş hayatına girdiğinde, performans değerlendirme sistemleri yine ödül ve cezaya bağlıdır. Patronun istediği prototip olabilmek için, gelişime açık yanlarını irdeleyip durursun.


Bu çarpık sistem sayesinde daha doğuştan itibaren, ait olabilmek ve sevilebilmek, yeterli görülebilmek için belirli bir seviyede, belirli bir durumda olmaya çalışıyoruz, aslında en doğal hakkımız sevgiyken, bunu elde edebilmek için mücadele etmeye başlıyoruz. Çünkü asla koşulsuz olarak sevmiyor bizi sistem, sevilmenin belirli koşulları var. Doğal olarak biz kendimizi sevmeyerek büyümeye başlıyoruz. İçimizde var olan yetersizlik duygularının değersizliğe dönüşmesini acıyla izliyoruz. Daha çok utanıyoruz, daha çok korkuyoruz. Sonra bu acıdan kaçmaya başlıyoruz. Ne de olsa bu acıyla yaşayamayız. Bize hiçbir zaman acılarımızla yüzleşmemiz, herşeye rağmen kendimizi sevmemiz ve kabullenmemiz öğretilmiyor. İnsanlığın tarihinden beri süregelmiş utanç duygusunun içine binbir kavramı yerleştirip anlamını genişletiyoruz. Böylece sürekli utanç, korku ve bu duygulardan kaçış kısır döngüsü halinde yaşamaya devam ediyoruz.


En yakınlarımızın dahi bizi koşullu kabul ettiği bir ortamda, kendimizi sadece biz olduğumuz için kabul edebilmek çok zor. Herşeye rağmen kendimizi sevebilmek, kendimize ait olabilmek için, önce kendimizden ve başkalarının bizden yüksek beklentilerini bir kenara koymak ve durum neyse onu kabullenebilmek gerekiyor. O akşam gittiğim yemekte, suratımı toplamam uyarısı yerine şefkatli bir dokunuş veya anlayışlı bir bakış bana yeter de artardı. Böylece ben olduğum gibi kabullenildiğimi bilir ve yine gülümsemeye başlardım.


Acaba kendi içimizdeki utanç ve korkularımızdan saklanmaya çalışırken başkalarını ne kadar yargılıyoruz? İnsanlığın içinden çıkamadığı kördüğüm, egosundan sıyrılamadığı için kendini başkalarına yansıtmasıdır. İnanın bu çözülseydi, şu an başka bir dünyada yaşıyor olurduk. Bu sayede bu kadar gücün peşinden koşmaz, konumumuz veya sahip olduklarımız sayesinde kabullenileceğimizi sanmazdık. Çevremizdekilerin kabul ettiklerinin sahici biz olmadığını gizliden gizliye bildiğimiz için her gün depresyondan depresyona koşmazdık. Kendi hayatlarımızı başkalarınınkiyle kıyaslamaz, hayatı bitiş çizgisine ulaşılması gereken bir at yarışı gibi algılamayı bırakıp, sevmeye başlardık. Atları da yarıştırmazdık, horozları da dövüştürmezdik, kendi açmazlarımızın acısını doğadan çıkarmazdık.


Ne kadar kusurluysanız, o kadar değerlisiniz. Ne kadar zayıflıklarınızı anlıyorsanız, o kadar hayatınızın bir anlamı var. Ne kadar acıyla yüzleşiyorsanız, o kadar mutlusunuz. Ne kadar başkalarını da rağmen ve hesapsızca sevebiliyorsanız, o kadar içtensiniz. Ne kadar ait olmayı hakkettiğinizi düşünüyorsanız, o kadar özgürsünüz.


Bedensel engelli kardeşime gelince, o şimdi gayet iyi, sorununun nedeni de bulundu. Engelli olduğu için hiç hayıflanmayın, hiç çok zor demeyin, çünkü bunu diyerek sadece kendi algınızdan bakarsınız.  Onun gözlerindeki yaşam sevincini, erdemini ve iç huzurunu ben sokakta dolaşan çok az insanda görmüşümdür. Her insan her haliyle güzeldir, yeter ki biz yargılamadan ve korkmadan kabullenmesini bilelim.


TED'deki videoyu izlemek isteyenler için buyrun link;


http://www.ted.com/talks/lang/eng/brene_brown_on_vulnerability.html

9 Ekim 2011 Pazar

Toplumsal cinnete doğru

Son zamanlarda artan kadın cinayetleri, bu olayların gazete manşetlerinde, iddia edildiği üzere konuya dikkat çekmek üzere sansürsüz fotoğraflarla topluma iletilmesi epey gündem konusu haline geldi.


İnsana dair her tür olay psikolojiyle bağlantılandırılabilir. Bireyin, ailenin, toplumun güdülenmesi bazı psikolojik kurallara bağlı. Bir insan zihin haritasında nasıl benzer yoldan ilerlediğinde benzer sonuçları alıyorsa, toplumsal olaylarda da benzer yollar benzer sonuçlara varıyor. Bu yollar ne kadar yanlış ve ne kadar derinse, maalesef sonuçlar da o kadar acı verici oluyor.


İnsana sunulan her tür görsel bilgi reklamcıların kullandığı şekilde, insanın o bilgiyi almasını ve içselleştirmesini sağlar.


Buyology kitabının yazarı Martin Lindstrom, yıllarca yapılan nörolojik araştırmaların sonucunda, büyük markaların neden tüketiciler tarafından seçildiğini anlamaya yönelik çıkarımlar yapmış, bilinçaltının reklam olarak sunulan görsel öğelerle duygu bağı kurarak, markayı içselleştirdiğini anlatmış. Bir örnekle, sigara paketlerinin üzerindeki resimler de dahil olmak üzere her tür tersine sloganın, tüketiciyi uzaklaştırmaktan çok, sigaranın tehditlerini doğallaştırmaya yaradığını ve sigara tüketicilerinin ekmeğine yağ sürdüğünü belirtmiş.


İknanın psikolojisi kitabının yazarı sosyal psikolog, Robert Cialdini ise, toplumsal kanıt ilkesini öne sürerek, bir insanın diğerleri tarafından yapılan şeyleri kendisine referans aldığını ve davranışlarını buna göre belirlediğini söylemiş. Bir örnekle, iki restorandan birini yemek yemek için tercih edecekseniz, otomatik olarak daha kalabalık olanı tercih edersiniz.


Yine aynı kitapta, kendimize benzettiğimiz insanların davranışlarını da bilinçaltımızda model aldığımız belirtilmiş. bana benziyorsa ben de yaparım ilkesiyle, insanların kendilerine psikolojik olarak yakınlık duydukları insanların davranışlarını model aldığı çok ilginç bir araştırmayla tespit edilmiş. A.B.D 'de ilk sayfada yayınlanan bir intihar haberinin ardından o bölgede iki ay içinde normalden fazla intihar vakasına rastlanmış. Ek olarak, gazetelerde verilen kaza ve cinayetlerle ilgili olayların, bölgesel kaza ve cinayet olaylarını arttırdığı, bu tür haberlere yer vermeyen gazetelerin olduğu bölgelerde ise vakalarda artışa rastlanmadığı gözlenmiş.


Şimdi aşağıdaki resme bakalım.


http://www.milliyet.com.tr/...50yil/default.asp?id=14


Bu fotoğraf, 1968 yılında bir Vietkong'lunun öldürülmesini ele alan "ödüllü" bir fotoğraf. Son 50 yılın en iyileri içinde de yerini alıyor. Bu fotoğrafa bir saat sonra bir daha bakın, adamın yüzünde gördüğünüz korku ve çaresizliği içselleştirdiğinizi farkedeceksiniz. eğer hala geçmediyse, siz de aşırı hassas bir insansınız geçmiş olsun, ömrünüzü her tür gazete haberi, resim ve filmlerden kaçarak geçiriyorsunuz demektir. Neyseki yalnız değilsiniz, merak etmeyin. Eğer etkisi biraz olsun geçtiyse, o zaman aşırı hassas olmayan insana ait doğal süreci yaşıyorsunuz ve görsel öğrenmeyle konuyu içselleştiriyorsunuz.


Bir arkadaşımın arkadaşı Somali'ye fotoğraf çekmeye gitmiş, dönüşte neler gördün diye sormuşlar. hep o fotoğraflarda gördüğümüz karnı şişik, başında sinekli çocuklar vardı işte demiş, geçmiş.


Şimdi bu bilgiler ışığında, hem bu tür manşetler, hem şiddet içeren her türlü film, porno, resim sizce insan beyninde nasıl çalışıyor olabilir? Herkese tavsiyem, en azından gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini okurken dikkatli olmaları.


Sevgili medyaya tavsiyem şu olur;  bir haber yaparken bilgi edinin. Bir cana dikkat çekerken, başka canları yakabilirsiniz.


24 Eylül 2011 Cumartesi

Hayat değiştirmek

Algılarımızı değiştirmekle başlıyor hayatı değiştirmek. Hep mezun olduğumuz, evlendiğimiz, ayrıldığımız, çocuk yaptığımız, işe girdiğimiz, taşındığımız zaman hayatımızın değiştiğini düşünüyoruz. Evet, dışarıda mutlaka birşeyler değişiyor bu eylemleri gerçekleştirdiğimizde. Hayatımıza yeni insanlar, yeni hikayeler, yeni yollar giriyor. Bir yandan gittiğimiz her yere kendimizi de götürüyoruz. Değiştirdiğimiz her ortamı yine kendimize benzetiyoruz. Benzer eylemleri gerçekleştirip benzer sonuçları elde ediyoruz.  


Peki, oturduğun yerde hayat değiştirmek mümkün mü. Evet, mümkün. Mesela sigarayı bıraktığımızda mutlaka hayatımız değişiyor. Eskiden evimizde dumanaltı, çalgılı, sözlü ortamlar yaratırken, evde sigara içmeyi yasakladığımız an, kimse gelmez oluyor. Kendi sağlığımız adına bir karar verirken, bunun yarattığı bütün sosyal ortamlardan vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Sağlığımızın bedeli yalnızlık olabiliyor, çünkü bugüne kadar en çok vaktimizi sigara içenlerle geçirmişiz. Ben de sigarayı bırakmayı daha önce denedim, ama o dönemki sigara tiryakisi erkek arkadaşımdan vazgeçemediğim için geri döndüm. Gerçekten belirli kararları aldıktan sonra bunu taşımak kolay değil, çünkü bıraktığımız sadece sigara değil, alıştığın sosyal ortamları bırakıyoruz. Burada yalnızlık korkularımız devreye giriyor. Kurduğumuz düzenin yerine yenisini kurmak, kabullenilme isteğimiz, yalnızlık korkularımız gibi farketmeden tiryakisi olduğumuz pekçok şeyi farkedip bırakmak gerekiyor. Bütün bunları az biraz da olsa depreşmeden yapmak zaten mümkün değil. Mümkün olan, bu depresif dönemden sonra, kendimiz için en doğru kararı aldığını bilerek kendimizi motive etmeye devam etmek.


Hayat değişikliği için kesinlikle motivasyon önemli. Yapacağımız değişiklikle ilgili aldığımız kararların sadece bizi ilgilendirdiğini, her kim olursa olsun başkalarının söyleyeceği herhangi bir aksi yorum sayesinde kararımızdan vazgeçersek bunun bedelini onun değil bizim ödeyeceğimizi hatırlarsak daha kolay oluyor herşey.


Geçtğimiz günlerde yaşadığım bir olayla, son onbeş yılımı, neredeyse hayatımın yarısını yeniden sorgulamak durumunda kaldım. Hayat böyle birşey zaten, bir seviye atladığınızda, geçmişe dönüp eski kendinizi tekrar tekrar inceleyip sonuçta da pek beğenmezsiniz. Bu süreci geçtikten sonra, eski benin yalnız olmaktan ne kadar kaçtığını, yalnız kalmamak adına başkalarını fazlasıyla kabullenmek zorunda olduğunu, yer yer mizacıma ters olayların içinde kaldığımı farkettim. Bunu sadece ben mi yapıyorum? Tabi ki hayır, benim çevremdeki herkes yapıyor. Bununla yüzleşebilmek için sağlam tokat yemek gerekiyor galiba bazen. 


Şu aralar, dönüşüm evresinden geçiyorum, normal şartlarda dönüşüm evrelerinde sevdiklerinizin yanında olması iyi gelir. Benim zor zamanlarımda yanımda niyeyse kimse olmaz. Herkes ya çok yoğundur ya orada değildir ya da kendi derdindedir. Ben hep inzivaya çekilip, sonra kendimi toparlayıp, insanlığa çıktıktan sonra insanlar yanımda olmuşlardır.

 
Şimdi burada önemli olan konu şu, eski ben olsam, kızardım, bozulurdum için için. Sonra yalnızlıktan kaçmak adına telefon rehberimi karıştırır ve gerekli gereksiz birçok ortama girerdim. Şimdi bunu yapmıyorum ve belki de gerçekten ilk defa bundan mutsuz değilim. Hatta gayet huzurluyum. Cuma veya cumartesi olduğu için kendimi dışarı çıkmak zorunda hissetmiyorum. En yakınımı bir kere arasam bile, ikinci kere aramıyorum, çünkü ulaşmak zorunda olduğum kadar ulaşılmak zorunda olduğumu artık davranış bazında kendime hatırlatmam gerekiyor. Hep kendime söylediğim bugüne kadar yaptıklarının tam tersini yap mottosunu uygulayabildiğimi görüp seviniyorum.


Denge, hayatın merkezi. Hayat garip bir biçimde dengeyi sağlaman için bazı yolları kapatıp başka yollar açıyor. Eğer uyarıları doğru alırsan, sarkaç yavaş yavaş geliyor dengeye.


Teslimiyet yine başka bir merkez. Yıllarca ne olduğunu düşünüp durdum. Sanırım içinde olduğun anı olduğun gibi kabul etmekten geçiyor. Tabi ki bu kolay değil, büyük sağlık ve para problemlerinde teslimiyeti yaşamak çok zor. Ben yine şanslı sayıyorum kendimi, nispeten ufak olaylarla bu kavramları anlamaya çalıştığım için.


Eğer hayatta çok şanslı olursan, güçlü olmayı öğrenmene gerek kalmıyor. Teslimiyet, denge, iç güç gibi kavramların yanından bile geçmiyorsun. Öğrenmek gerekiyor mu? Bence şanslıysan, hayır. Ben dini öğretilerde söylendiği gibi bu dünyada işkence çekerek aydınlanma olayına inanmıyorum. Bence bu gibi öğretiler, dünyadaki adaletsizliğin güç odaklarınca devam ettirilebilmesi için oluşturulmuş hikayelerden ibaret. Benim kafamdaki tanrı, beni adam etmeye çalışan bir baba değil, çok daha ötesi, doğal varoluşun kendisi ve tıpkı doğa gibi nötr.


Neyse, hayata dönecek olursak, hayat değiştirmek bal gibi de oturduğun yerden oluyormuş. Sadece paradigmalarını değiştirmekten ibaretmiş. Kendinle ilgili algılarını değiştirmek, yaşama başka gözlüklerle bakmakmış ve tabi ki bunu davranış düzeyinde uygulayabilmekmiş. Bu yazı da algılarını değiştirmek isteyen herkese gitsin:)