24 Eylül 2011 Cumartesi

Hayat değiştirmek

Algılarımızı değiştirmekle başlıyor hayatı değiştirmek. Hep mezun olduğumuz, evlendiğimiz, ayrıldığımız, çocuk yaptığımız, işe girdiğimiz, taşındığımız zaman hayatımızın değiştiğini düşünüyoruz. Evet, dışarıda mutlaka birşeyler değişiyor bu eylemleri gerçekleştirdiğimizde. Hayatımıza yeni insanlar, yeni hikayeler, yeni yollar giriyor. Bir yandan gittiğimiz her yere kendimizi de götürüyoruz. Değiştirdiğimiz her ortamı yine kendimize benzetiyoruz. Benzer eylemleri gerçekleştirip benzer sonuçları elde ediyoruz.  


Peki, oturduğun yerde hayat değiştirmek mümkün mü. Evet, mümkün. Mesela sigarayı bıraktığımızda mutlaka hayatımız değişiyor. Eskiden evimizde dumanaltı, çalgılı, sözlü ortamlar yaratırken, evde sigara içmeyi yasakladığımız an, kimse gelmez oluyor. Kendi sağlığımız adına bir karar verirken, bunun yarattığı bütün sosyal ortamlardan vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Sağlığımızın bedeli yalnızlık olabiliyor, çünkü bugüne kadar en çok vaktimizi sigara içenlerle geçirmişiz. Ben de sigarayı bırakmayı daha önce denedim, ama o dönemki sigara tiryakisi erkek arkadaşımdan vazgeçemediğim için geri döndüm. Gerçekten belirli kararları aldıktan sonra bunu taşımak kolay değil, çünkü bıraktığımız sadece sigara değil, alıştığın sosyal ortamları bırakıyoruz. Burada yalnızlık korkularımız devreye giriyor. Kurduğumuz düzenin yerine yenisini kurmak, kabullenilme isteğimiz, yalnızlık korkularımız gibi farketmeden tiryakisi olduğumuz pekçok şeyi farkedip bırakmak gerekiyor. Bütün bunları az biraz da olsa depreşmeden yapmak zaten mümkün değil. Mümkün olan, bu depresif dönemden sonra, kendimiz için en doğru kararı aldığını bilerek kendimizi motive etmeye devam etmek.


Hayat değişikliği için kesinlikle motivasyon önemli. Yapacağımız değişiklikle ilgili aldığımız kararların sadece bizi ilgilendirdiğini, her kim olursa olsun başkalarının söyleyeceği herhangi bir aksi yorum sayesinde kararımızdan vazgeçersek bunun bedelini onun değil bizim ödeyeceğimizi hatırlarsak daha kolay oluyor herşey.


Geçtğimiz günlerde yaşadığım bir olayla, son onbeş yılımı, neredeyse hayatımın yarısını yeniden sorgulamak durumunda kaldım. Hayat böyle birşey zaten, bir seviye atladığınızda, geçmişe dönüp eski kendinizi tekrar tekrar inceleyip sonuçta da pek beğenmezsiniz. Bu süreci geçtikten sonra, eski benin yalnız olmaktan ne kadar kaçtığını, yalnız kalmamak adına başkalarını fazlasıyla kabullenmek zorunda olduğunu, yer yer mizacıma ters olayların içinde kaldığımı farkettim. Bunu sadece ben mi yapıyorum? Tabi ki hayır, benim çevremdeki herkes yapıyor. Bununla yüzleşebilmek için sağlam tokat yemek gerekiyor galiba bazen. 


Şu aralar, dönüşüm evresinden geçiyorum, normal şartlarda dönüşüm evrelerinde sevdiklerinizin yanında olması iyi gelir. Benim zor zamanlarımda yanımda niyeyse kimse olmaz. Herkes ya çok yoğundur ya orada değildir ya da kendi derdindedir. Ben hep inzivaya çekilip, sonra kendimi toparlayıp, insanlığa çıktıktan sonra insanlar yanımda olmuşlardır.

 
Şimdi burada önemli olan konu şu, eski ben olsam, kızardım, bozulurdum için için. Sonra yalnızlıktan kaçmak adına telefon rehberimi karıştırır ve gerekli gereksiz birçok ortama girerdim. Şimdi bunu yapmıyorum ve belki de gerçekten ilk defa bundan mutsuz değilim. Hatta gayet huzurluyum. Cuma veya cumartesi olduğu için kendimi dışarı çıkmak zorunda hissetmiyorum. En yakınımı bir kere arasam bile, ikinci kere aramıyorum, çünkü ulaşmak zorunda olduğum kadar ulaşılmak zorunda olduğumu artık davranış bazında kendime hatırlatmam gerekiyor. Hep kendime söylediğim bugüne kadar yaptıklarının tam tersini yap mottosunu uygulayabildiğimi görüp seviniyorum.


Denge, hayatın merkezi. Hayat garip bir biçimde dengeyi sağlaman için bazı yolları kapatıp başka yollar açıyor. Eğer uyarıları doğru alırsan, sarkaç yavaş yavaş geliyor dengeye.


Teslimiyet yine başka bir merkez. Yıllarca ne olduğunu düşünüp durdum. Sanırım içinde olduğun anı olduğun gibi kabul etmekten geçiyor. Tabi ki bu kolay değil, büyük sağlık ve para problemlerinde teslimiyeti yaşamak çok zor. Ben yine şanslı sayıyorum kendimi, nispeten ufak olaylarla bu kavramları anlamaya çalıştığım için.


Eğer hayatta çok şanslı olursan, güçlü olmayı öğrenmene gerek kalmıyor. Teslimiyet, denge, iç güç gibi kavramların yanından bile geçmiyorsun. Öğrenmek gerekiyor mu? Bence şanslıysan, hayır. Ben dini öğretilerde söylendiği gibi bu dünyada işkence çekerek aydınlanma olayına inanmıyorum. Bence bu gibi öğretiler, dünyadaki adaletsizliğin güç odaklarınca devam ettirilebilmesi için oluşturulmuş hikayelerden ibaret. Benim kafamdaki tanrı, beni adam etmeye çalışan bir baba değil, çok daha ötesi, doğal varoluşun kendisi ve tıpkı doğa gibi nötr.


Neyse, hayata dönecek olursak, hayat değiştirmek bal gibi de oturduğun yerden oluyormuş. Sadece paradigmalarını değiştirmekten ibaretmiş. Kendinle ilgili algılarını değiştirmek, yaşama başka gözlüklerle bakmakmış ve tabi ki bunu davranış düzeyinde uygulayabilmekmiş. Bu yazı da algılarını değiştirmek isteyen herkese gitsin:)


18 Eylül 2011 Pazar

Frida & Leia

Bundan yedi yıl önce hayatımda büyük değişiklikler yapma zamanında, evimdeki kediyi Ankara'ya bıraktıktan sonra, bir daha kedi beslememek konusunda kesin karar vermiştim. Hayatımda daha fazla gereksiz sorumluluk ve tüy istemiyordum. Taa ki Frida ile tanışana kadar. Frida ile, Frida arkadaşlarımdan birini bulup onun evine yerleşince tanıştık. Bugüne kadar gördüğüm en tüylü kediydi. Arkadaşım, kedi alerjisine rağmen büyük bir sevgiyle baktığı Frida'ya, hamileliği nedeniyle veda etmek zorunda kalınca, kedi almamaya yeminler etmiş ben, Frida'yı evime aldım. Sevince oluyormuş işte. Hayat öyle birşey ki, bir daha kedi almak konusunda bile kesin karar vermemek lazım.

Kedilerin her birinin, insanlar gibi farklı karakterlere sahip olduğunu keşfedeli epey oldu. Frida, üzerinde kalpler taşıyan bir sevgi kelebeği, bir yandan da asil bir kadın hem de ayağına getiren cinslerden. Kadın işvesi konusunda insanın kedisinden ders alması ilginç görünebilir ama işte her canlıdan öğrenecek birşey var. İletişim ve sevecenlik konusunda birçok insana taş çıkarır. Evde hasta olduğum bir gün, ağrıdan ağlamaya başladığımda göz yaşlarımı yalayıp beni gülümsettiği sabahı ömrümün sonuna kadar unutamayacağım herhalde.

Her ne kadar, Frida insanlarla iyi iletişim kurmasını bilen bir varlık olsa da, dışarılarda fazlasıyla takılan benim gibi bir sosyal kelebeği bütün gün evde beklediğini, yalnızlıkla dolu günler geçirdiğini bilmem nedeniyle, ona arkadaş almayı düşünmeye başlamışken, gittiğim flamenko kursunun studyosunda barınan ve bir süre sonra sokağa bırakılacak,  Frida'ya benzeyen yavru bir kediyi görünce, ikinci bir kediyi eve alma zamanının geldiğini anladım.

Leia'nın eve geldiği ilk akşam benim için tam bir kabustu. Annesinden yeni ayrılmış iki aylık bir yavru ve evde kendisinden başka bir hayvana tahammül edecek gibi görünmeyen hırçın bir Frida'yı teskin edebilmek için sabaha kadar uyumadım. O gece gerçekten doğru bir karar verip vermediğimi tekrar sorguladım. Forumlarda iki kedi sahiplerinin kötü hikayelerini okuyup panik yaptım. Internette bir konuda araştırma yaptığınızda, niyeyse bütün kötü örnekleri bulursunuz. Sonra, neyseki bu deneyimi yaşamış birkaç arkadaşımla konuşarak rahatladım.

Leia'nın eve gelişiyle, Frida'nın da benim de hayatımız değişti. Leia, çocukluğunun verdiği merak ve haylazlıkla, Frida'nın alanlarını hiç sallamayarak, birkaç gün içinde evi ele geçirdi. Frida'nın, Leia'ya zarar vermemek için sinirlendiği anlarda, homurdanarak uzaklaştığına defalarca şahit oldum. Şimdilerde hala devam eden, geceleri yatak odasında kim yatacak kavgası ve her sabah beş itibariyle beni de uyandırarak devam eden oyun dolu kovalamacalar haricinde gayet mutlu mesut yaşamaya başladık.

Leia'nın eve gelişiyle, çocuk yetiştirme konusunda, bir takım ön bilgilere de sahip olmaya başladım. Bir kere gerçekten, ilk çocuğun nasıl yetiştiği önemli, çünkü ikinci çocuk onu rol model alıyor. Frida sayesinde, zaten iyi huylu olan Leia da, sevgi kedisi olma yolunda ilerliyor. Tabi ki, Frida'nın yemeği, kabı, kumu da, Leia'nın kullanım alanı haline geliyor. Frida, bunu çok sevmese de, kabullenme erdemini gösterebiliyor. Bambaşka ailelerden gelmiş bu hayvanların, birbiriyle ve hatta beraber yaşadıkları insanla özdeşleşme süreci beni gerçekten şaşırtıyor.

Ben de bu süreçte epey hassaslaştım, eğer birini seviyorsam, sonra gidip hemen diğerini de seviyorum. Eğer birinin tabağına yemek koyuyorsam, diğerini de tazeliyorum. Yeter ki, ikisi de kendisini dışlanmış hissetmesin. Onlara değer verdiğimi hissettiklerini biliyorum. Bu sayede güvenli ve enerji dolu oluyorlar. Frida, artık bütün gün oyun oynamak için beni beklemiyor, çünkü Leia ile bütün gün ben yokken koşturmuş oluyor. Bazen Leia'ya trip atıyor gibi görünse de, aslında trip attığı kişi benim, çünkü onu hala el üstünde tutmam konusunda bana gözdağı veriyor. Leia, ondan çok küçük olduğu için onu anaç duygularla sahipleniyor ve Leia'nın canının yandığını düşünürse soluğu onun yanında almasından anlıyorum ki, onu epey kolluyor. Ben de bazen, bu evde en kedi benim, benim dediğimi dinleyeceksiniz diye söylensem de nafile olduğunu biliyorum. Eninde sonunda kendi bildiklerini okuyorlar.

Birlikte varolabildiğimiz sürece, her anımızın keyfini çıkarmak çok önemli benim için. Bu, beraber olamadığımız günlerde, en azından o günleri güzel yaşadık diyebilmemi sağlayacak. Hayvanlardan öğrenebileceğimiz en önemli şey, anda olmayı öğrenebilmek. Sevgiyle, şefkatle, gereksiz yükleri geride bırakarak ve geleceği dert etmeyerek, anın keyfini çıkarak yaşamayı öğretiyorlar bize. Tabi ki, görünürde bizden daha basit yaşamları var, ama özellikle sokaklarda yaşayan hayvanların, insanların dünyasında, hem de onlardan zarar görerek yaşadıkları bir ortamda, hayatlarının daha kolay olduğunu düşünmüyorum. Ev hayvanları da, kendi habitatlarının dışında, belki zarar görmekten uzak ama yalnız ve kapalı ortamlarda yaşıyorlar. Beslediğimiz hayvanlara kendilerini iyi hissettirmemizin vicdani görevimiz olduğunu düşünüyorum. Biraz şefkat ve dokunuşla, dünyanın en mutlu varlıkları haline gelebiliyorlar, bu bile onların erdemini anlamamız için yeterli.



12 Eylül 2011 Pazartesi

Varolmak ve olamamak, bütün olay bu..

Hepimiz ana rahmine düştüğümüz an itibariyle varoluşa adım atıyoruz. Varoluş dediğin, koskoca yer, daha nasıl bir yer olduğunu tam olarak anlayamadık bile. Elimizde zamanın ötesinde düşünmeyi bilen birkaç fizikçinin teorileri, binlerce yıllık hikayeleri barındıran kutsal kitaplar, mitler ve dünyanın dört bir yanına yayılmış çeşitli varoluşla ilgili inanışlar var.

Bunca belirsizlik ve pek de kimseyi tatmin etmeyen, doğaya ve canlılara zarar verme pahasına kendini ayakta tutmaya çalışan bir sistem içinde  insanlığın kendini var etmeye çalışmasını izlemek national geographic wild izlemekten pek de farklı değil aslında. İnsanlık, ekolojik sistemin baş yokedicisi olarak hem kendiyle hem birbiriyle bir varoluş savaşı veriyor.

Seçemediğin aile ve ülke içinde doğup, bu aile ve ülkenin kalıplarıyla yetişip, inanç sistemlerini bu verilere göre oluşturup, kendini gerçekten o kişi sanıyor, büyük bir varoluşsal illüzyonun içine giriyorsun. Portekiz'de doğan bir çocukla Hindistan'da doğan bir çocuk yer değiştirseler, bambaşka algılara sahip bireyler olarak yetişecekleri aklına gelmiyor. Varoluşunu, kalıplara göre oturtuyorsun, sonra da bu kalıpları benimseyip, kendini o sanmaya başlıyorsun.

Sonra okula gidiyorsun, işe giriyorsun, evleniyorsun, çoluk çocuğa karışıyorsun, her dönemi belirli yaş aralıklarında yapmak için debeleniyorsun, çünkü fizyolojik kısıtlar bir yana, sistemin olağan kabul ettiği durumlar var.Yaşlanmaktan korkuyorsun, çünkü sistem tarafından sunulan standart hayallerin, belirli yaş aralıklarında gerçekleştirilmesi lazım. Yoksa adam olamamış, evde kalmış, tutunamamış, kaybetmiş olarak adlandırılıyorsun. Tamamen sanal bu kısıtlar yüzünden, yoruluyor, yıpranıyor, sağlığını kaybediyor, acı çekiyor ve yalnızlaşıyorsun. Varoluşunun değeri, diğerlerinin onayına bağlı kalıyor. Toplumdan geçer not alınca seviniyorsun, yoksa onaylanmak için daha çok debelenip, kendini hırpalıyorsun.

Kendini, varoluşunu olduğun gibi kabul edememen bir yandan çok doğal, çünkü önünde bunu yapabilen çok fazla insan örneği yok. Ne tarafa dönsen, hayallerini, güvenlik adına bırakmış birçok insanla karşılaşıyorsun. Korkuyorsun ve korkutuluyorsun. Ruhu asla tatmin olamamış, bunu daha çok para ve daha çok konumsal güçle kapamaya çalışan pek çok insan görüyorsun. Gittikçe özünden uzaklaşsan da, çevrendekilerin parana ve konumuna verdiği değerden dolayı, sadece bu şekilde varolabileceğini düşünüyor, ve bunları kaybedersen senin koca bir hiç olduğunu düşünecekleri için, elindekileri umutsuzca tutmaya çalışıyorsun. Bazen bir şirketteki üst düzey bir yöneticisin, bazen de şöhret sayesinde kendini kaybetmiş bir sanatçı. Eğer iyi, güzel, başarılı, yani tam senden beklendiği gibi biriysen, alkışlarla yaşıyorsun. Yoksa, bir köşene çekiliyor ve unutulmuş olmanın hüznünü yaşıyorsun. Ne de olsa düşenin dostu olmadığını öğretiyor sistem sana.

Kendini gerçekleştirebilmek, sadece standartlara uymak değil, bütün bunlar olmadan da özünün varolduğunu bilmek bence. Erdemliliği ve önyargısızlığı kazanmak, herşeye rağmen kendini onaylamayı ve sevmeyi bilmek. Kaybetmekten korkmayanların sayısı artsaydı, tutunamayanların kitlesi değişir, arkalarından kral çıplak diye bağırılmasından korkan yöneticiler gerçek kaybeden olurdu. Gerçekten kaybeden olmayı göze alınca insan, kazanmaya başlıyor. Onaylanma ve sevilme merakını bırakınca özgürleşiyorsun. Objelere tutunmayı bırakınca, eylemin anlam kazanıyor. Yalnız kazanılmıyor tabi ki bu savaş, seni anlayan iki dost bile yeterli oluyor. Bir ailen varsa ve seni destekliyorsa da, oh ne ala. 

Varolmak her haliyle güzel, kaybetmek pahasına denemeyi istemek daha da güzel. Yeter ki şu sorunun cevabını ver; Gerçekte kimsin?

10 Eylül 2011 Cumartesi

İnanmak

İnanmak, pozitif ruh sağlığı için her insana gerekli bir kavram. İnsanlığın oluşumundan beri, insanın anlamlandıramadığı, tanımlayamadığı olgulardan başlayarak, kutsal kitaplarda anlatılan hikayelerle devam eden büyük bir tarihçeyi içinde taşıyan inanç, öyle veya böyle hepimizin hayatının bir parçası. Tanrıya inanmayı bir kenara bıraksak dahi, sevmeye inanmayı, aramaya inanmayı, herşeyin düzeleceğine inanmayı, güzel sürprizlerle karşılaşacağımıza inanmayı, adalete inanmayı bir kenara bırakmak mümkün değil. İnanç, kendi içinde beklentiler içeriyor. İyi bir insan olursak, başımıza iyi şeyler gelmesini bekliyoruz, adaletin yerini bulmasını istiyoruz, kötü giden zamanların yerini güzel günlerle değiştirmesini bekliyoruz.

İnancımız adına verdiğimiz savaşların, Tanrıya yakarışlarımızın, adaletin tecelli etmesi için verdiğimiz uğraşların sonunda üzerimize bir yorgunluk çöktüğünde, elimizde hala umutlarımızdan başka pek bir şey yoksa, inancın yerini içimizi kemiren bir şüphe ister istemez alıyor. Hem inancımızı sorguladığımız için kendimizi suçlu hissederken, hem de yapı taşlarımızdan biri kırılırken ne yapacağız?

Ben bunun cevabını içsel güçte buldum. Kendimizden başka birşeye inanamasak bile, kendimize olan inancımızı kaybetmemek asıl mesele. Peki kendimize inanmak nedir? Dönüşümümüze inanmaktır. Eğer işler istediğimiz gibi gitmiyorsa, salt inanç maalesef yeterli olmuyor. Bu noktada, kendimizde doğru gitmeyen noktaları keşfetmek, güven ve değerle ilgili eksikliklerimizi tamamlamak gerekli. Eğer sürekli olarak istemediğimiz bir durumun içindeysek, biraz akıllı düşünmek ve bu akıl doğrultusunda eyleme geçmekten başka çaremiz yok. Yani kendimizi davranış boyutunda değiştireceğiz ki, yaşadığımız olayları tekrarlamayalım. Cenderelerden çıkmanın tek yolu dönüşüm.

Peki, depremler, savaşlar gibi milyonların çaresizce maruz kaldığı olaylar ne olacak? Adalet ve sevgiye olan hasretimizle, Tanrının ne kadar da duyarsız olduğunu düşündüğümüz anlar ne olacak? Sanırım, tek yapabileceğimiz değiştiremeyeceğimiz konuları istemeye istemeye kabullenmek ve eğer hala bu dünyada olmak istiyorsak -ki bence dünyanın çok güzel bir gezegen olması bile yaşamak için yeterli bir neden- bir insanı, bir çocuğu, bir hayvanı, bir yaşlıyı severek içimizdeki masumiyete ve sevgiye ulaşmanın yollarını aramak en güzeli. Madem bütünü kurtaramıyoruz, en azından kendimizi, ruhumuzu sağlıklı tutalım, böylece dünyanın da bir parçasını güzelleştirmiş oluruz.

Başka Zamanın Çocukları

Başka zamanın çocukları, üniversite yıllarında, ileride yazacağım kitabın ismi olarak belirmişti kafamda. O yıllarda tanıştığım, halen bir kısmı en yakın halkamda bulunan birçok insanın hayatını yazmak istediğim için bu ismi seçmiştim. Ingvar Ambjornsen'in Beyaz Zenciler kitabının başucu kitabım oldugu zamanlardı bunlar. Kitabı bilmeyenler için, 1968 kuşağının beat kuşağı hippi yaşamından kesitlerle, sisteme tutunmayı seçmeyenlerin yaşamini anlatan, bol sorgulama içeren ve derinliğiyle birçok insanın içini yansıtan bir kitaptir Beyaz Zenciler. Aklım düsünmeye erdiğinden beri, olan biten herseyi sorgulamayi seçmis bendenize fazlasıyla hitap eden bir kitap olmuştur hep.

Sonra ikinci başucu kitabım, Kurtlarla Koşan Kadinlar oldu. Jung psikolojisiyle, dünya masallarını harmanlayarak, kadının dünyadaki serüveninin anlaşılmasını sağlayan Clarissa Estes adında bir psikanalist tarafından kaleme alınmış, bence her kadının mutlaka okuması gereken bir şaheser. Öyle bir kitap ki, hayatınızda yaşadığınız deneyimlerden sonra mutlaka bilinçaltınızdan bir yerlerden, yazarın verdiği hikaye ve mesajlar beyninizde çınlamaya başlıyor.

Bu kadar kitap reklamından sonra, benden bahsedecek olursam, birkaç yıldır sözlüklerde yazıyor olmanın da etkisiyle, blog açmayı vakit ayıramayacağım endişesiyle ertelemişken, bu aralar ertelediğim herşeyi yapma kararıyla, bir blog açma vaktinin de geldiğini farkettim. Böylece Başka Zamanın Çocukları ortaya çıktı. Kırk yıl öncesinin çiçek çocuk ruhu sanki bana el vermiş gibi, insanları, hayvanları, dünyayı ve paylaşmayı hep sevdim. Bunun hakkını da yerine getirmeye çalıştım. Ne de olsa sevmek kelimesi sadece lafta kalınca, tüm anlamını boşluğa bırakıyor. Dans etmek, hayatım boyunca tutkum oldu. Yazmak beynin kendini ifadesiyse, dans etmek de ruhun kendini ifadesi oldu benim için. Yaşadıklarımdan en çok ne öğrendim derseniz, şu dünyada insanın kendi ruhuna yakın insanlarla paylaştığı güzel anlardan, anladığını ve anlaşıldığını hissetmekten, sevgiyle sarılmaktan ve tabi ki edebiyat ve sanattan daha ötesi yok şu dünyada. Bu benim hayat algım. Ne de olsa herkes sistem tarafindan kendisine sunulanı gerçek sansa da, aslında herşey epey göreceli.

Bu blogda herşey yer alabilir, konsept sınırlaması yapmak istemiyorum. Kavramlar üzerine denemeler yazmayı sevdiğim için, muhtemelen en çok denemeler yazacağım, Hakkımdaki bilgiler, hayata ve olaylara dair algım, deneyimlerim zamanla gün ışığına çıkacak. Bakalım başka neler olacak, deneyimleyip göreceğim, hayatta herşeyde olduğu gibi...